Anoreksiya Nervoza
Anoreksiya Nervoza
Anoreksiya Nervoza olarak tanımladığımız mental bozukluk,
kilo almaya karşı aşırı korku duyma ve buna bağlı olarak kilo alımını
engelleyecek katı diyetle beraber düşük enerji alımı, aşırı egzersiz yapma,
kendini kusturma ya da laksatif-diüretik kullanma gibi davranışlar ile
karakterize edilmektedir (Bulut, Küpeli ve Topçuoğlu, 2017). Bozukluğun, yemeyi
aşırı biçimde kısıtlayan veya aşırı derecede egzersiz yaparak kilo vermeyi
hedefleyen davranışlarda bulunan kısıtlayıcı tipi ve tıkınırcasına yemek yiyip
sonrasında çıkartma davranışı gösteren tıkınırcasına yeme tipi olacak şekilde 2
tipi vardır (Şener, 2021). Bu davranışlarla beraber bireyin beden ağırlığında
ciddi bir düşüş görülse de kişi bunun farkına varmaz ve ısrarlı bir şekilde
şişman olduğuna inanmaya devam etmektedir (Sarı,2020). Beklenilenin aksine kişiler
kısıtlayıcı davranışlar gösterseler de yiyeceklere karşı aşırı bir ilgi, yemek
tarifleri toplama ve başkalarına yemek hazırlama gibi davranışlar
sergilemektedirler. Bunun yanı sıra kişi hareketlidir fakat bu, ilerleyen
süreçte halsiz düşmesini engellememekte, tersine kişi yatalak bile
olabilmektedir (Öztürk, 2020).
Bozukluğun gelişimi incelendiğinde; kişinin başlangıçta şişmanlamaktan korkan tipik bir kişiden farksız bir diyet uygulamaya başladığı ve diyetinden yalnızca yüksek kalorili besinleri çıkardığı, ilerleyen süreçte ise her besinin kalori hesabını yapmaya başladığı gözlemlenmektedir. Kişi kilo verdikçe zayıf olmak bir obsesyon haline gelir ve sadece kalori kısıtlaması ile başlayan bu diyet beraberinde aşırı egzersiz ve diüretik-laksatif ilaç kullanımını da getirmektedir. Kişinin davranışlarındaki aşırılıklar ise çevre tarafından fark edilmeye başlanılıncaya kadar devam etmektedir. Kişinin kendisini hasta olarak kabul etmemesi ise bozukluğun çevre tarafından kronikleştikten sonra fark edilmesine neden olmaktadır (Arı, Arıca ve Özer, 2011). Hastalığın ciddiyetinin bireyler tarafından inkâr edilmesi ise bunun yüksek morbidite ve mortaliteye sahip olan bir bozukluk olmasına neden olmaktadır (Sarı, 2020). Fiziksel belirtilerin yanı sıra, duygudurumda değişiklikler, içe kapanma, sinirli ruh hali, düşük benlik saygısı, ‘’ya hep ya hiç’’ tarzındaki düşünce tarzı ve karşı cinsle iletişimde zorluk gibi belirtiler de gözlemlenmektedir (Arı, Arıca ve Özer, 2011).
Tarihçe
Anoreksiya Nervoza tarihsel olarak 1500lü yıllara dayanan ve
geniş bir geçmişi olan bir patoloji grubudur. Yapılan araştırmalar AN için tarih
boyunca modern klinisyen ve teorisyenler tarafından kaynak ve nedenleri ile
ilgili birçok görüş ortaya konulduğunu ve bunlar doğrultusunda bugünkü değerlendirme
ve müdahale yöntemlerinin geliştirildiğini göstermektedir (Ertekin, 2010).
Çilecilik ve açlığın yüceltildiği orta çağlarda rahibeler
kendilerini geri dönüşümsüz bir şekilde açlık durumlarına sokmaktalardı. Bugünün
anoreksiyası o dönemin din uğruna dünya zevklerinden vazgeçme ve koyu sofuluk
durumlarına karşılık gelmektedir. 12 ve 13. yüzyıllarda AN ile ilgili ilk tanımlamalar
Batı’da yapılsa da 16. yy.’da bu tanımlamayı yapan kişiler cadı olarak
nitelendirilip kazıklar üzerinde yakılarak öldürülmüşlerdir (Gordon, 2000; akt.
Sönmez, 2017). Bilim insanlarının iştahsızlık, kabızlık ve amonore gibi
şikayetleri olan bireylerle çalıştıkları 17. yüzyılda ise Fransa’da aşırı
iştahsızlıkla başlayıp ölümle sonuçlanan bir hasta tanımlanmasının üzerine, tıp
doktorlarının 19. yüzyılda yeme bozukluklarına işaret eden bazı tanılar koymuş oldukları
gözlemlenmektedir. Ayrıca, 1873 yılında Fransa’da Charles Lesaque hastalıkla
ilgili duygusal faktör ve aile ilişkilerini kapsayan, histeri ve iştah ilişkisinden
yola çıkarak ‘’histerical anorexia’’ tanımlamasını yapmıştır (Sönmez, 2017). Daha
sonra ise İngiltere’de Sir William Gull tarafından yayımlanan psikolojik
sorunları ve aşırı kilo kaybetme korkuları olan bir kadın serisi üzerine ilk
defa isimlendirilmiş ve klinik bir patoloji olarak tanımlanmıştır. Gull
‘’Anoreksiya Nervoza’’ terimini kullanan ilk kişi olmakla birlikte,
iştahsızlığın ruhsal nedenlere bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Anoreksiya
kelimesi iştahsızlık anlamına gelmektedir. (Sönmez, 2017).
Pierre Janet ise 1900’lü yılların başlarında yeme bozukluğu
görülen bireylerin kilo almaktan korktuklarını, iştahlarını tutmaya
çalıştıklarını ve cinselliğe karşı olumsuz bir tavır aldıklarını
gözlemlemiştir. I. Dünya Savaşı sonrası ise hastalığın sebebi kötü beslenmeye
bağlı olarak hormonal bozulmaların ortaya çıkması olarak görülmüş ve kişiler
dahiliye servislerinde incelenmeye başlanmıştır (Vardal, 2015).
1930’lu yıllarda ise bozukluğun psikolojik boyutu tekrar
gündeme gelmiş ve psikanalitik açıklamalar ile bozukluk tanımlanmaya
çalışılmıştır. Bu tanımlardan ilki Freudyen bakış açısı ile yapılmış ve
anoreksiya nervozanın cinsel yönü ile oral ilişkileri açıklanmaya
çalışılmıştır. Aynı dönemde anoreksiya nervoza prepiskotik bir bozukluk olarak
düşünülmeye de başlanmıştır. Daha sonraki dönemde ise modern psikanalistler bu
durumu anne-bebek ve ebeveyn ilişkileri üzerine odaklanarak açıklamaya
çalışmışlardır. 20. Yüzyılda ise Hilde Bruch AN sebepleri ile ilgili çalışmalar
yapmaya başlamış ve yaptığı çalışmalar ile bozukluğun duygu kontrolü,
yeterlilik ve otonomi gibi sebeplerle ilgili olarak ortaya çıktığı sonucuna
varmıştır (Sönmez, 2017).
DSM-5 açısından incelediğimizde, DSM-5 öncesinde amenorenin AN için gerekli bir tanı kriteri olduğu, sonrasında regl kanamasının kesilmesinin kilo kaybı dışında farklı faktörleri olmasından dolayı DSM-5 ile bu kriterin kaldırıldığı görülmektedir (Kring ve Johnson, 2019).
Psikosyal Faktörler
Başlangıcı normalde ergenlik dönemi olarak kabul edilen
anoreksiya nervozanın başlangıcının 7 gibi erken yaşlarda veya yetişkinlik
döneminde de olabileceğini belirten çalışmalar bulunmaktadır (Golçalves, 2013;
akt. Kuşçu, Ayaz ve Arman, 2018). Daha çok kadın cinsiyetinin hastalığı olarak
görülmesine karşın erkeklerde de ciddi oranda bozukluğa sahip olan bireyler
bulunmaktadır. Hastalığın erkeklerde ve küçük çocuklarda görülebileceğinin
farkındalığı az olduğundan dolayı bu gruptan bireylerde bozukluğun fark
edilmesi ile tedaviye başlanması gecikebilmektedir. Bozukluğun erken
başlangıçlı olması, bireydeki fiziksel gelişimi geciktirmesiyle birlikte
durdurabilmektedir de (Kuşçu, Ayaz ve Arman, 2018).
Etiyolojik açıdan ele alındığında; kilo ile dalga geçilmesi,
dış görünüşün başkalarınınkiyle kıyaslanması ve zayıflıkla ilgili sosyal
baskılar hem erkek hem de kadınlarda bozuk bir yeme davranışı gelişmesine
sebebiyet vermektedir. Kilo ile ilgili yapılan yorumlar özellikle ergenler
tarafından çok büyük bir ciddiyetle algılanmakta, bu bozuk yeme davranışının
yanında, bağlanma bozukluğu, depresyon ve anksiyete bozuklukları gibi birçok
farklı durumlar da geliştirilebilmektedir. Bunun yanı sıra, yeme bozukluğu
görülen bireylerin ebeveynleri ile sınır sorunu yaşadıkları gözlemlenmiş, bu
bireylerin ailelerini uzak ve reddedici olarak tanımladıkları saptanmıştır. Sorunlu
ilişkiler, ölüm, ayrılık, ruhsal bozukluk veya bağımlılık gibi durumların
olduğu ailelerin anorektik ergenlere sahip olma oranlarının daha fazla olduğu
saptanmıştır. Bunun yanı sıra gözlemlenen durumlar arasında; mükemmeliyetçilik
ve duyguların bastırılmasının çokça olduğu görülmektedir (Sönmez, 2019). Bu
bozukluğa sahip kişiler genel olarak mükemmeliyetçi bir karaktere sahiplerdir.
Yaşam standartlarını yüksek tutmaya çalışan bu kişilerin yemelerini kontrol
etmelerindeki temel sebep, kendi yaşamları ile alakalı kontrol edebilecekleri
şeyin bu olduğunu düşünmeleridir. Çevrelerindeki birtakım olayları kontrol
altına alamadıklarını hissettikleri noktada kilolarını kontrol etmeye başlarlar
ve kilo verdikçe kendilerini güçlü hissederler (Ergin, 2020). Yapılan
çalışmalar AN sahip bireylerin öfkelerini dışa vurmakta zorluk çektikleri ve
nesneye yönlendiremedikleri öfkeyi benliğe yönlendirdiklerini ileri
sürmektedir. Bu bakış açısı, yememeyi bir tür kendini cezalandırma olarak kabul
etmektedir (Haspolat, Unal ve Yıldırım, 2019). Risk faktörleri arasında ise düşük
benlik saygısı, olumlu olmayan bir benlik algılısı, ailede bu bozukluğu yaşamış
bireylerin olması, bozukluğun erken başlangıçlı olması ve ebeveyn çatışmaları
da yer almaktadır (Sönmez, 2019).
Psikososyal faktörlere dayalı olarak yapılan araştırmalar,
psikolojik travma veya aile içi cinsel taciz geçmişinin büyük risk faktörleri
olduğunu göstermektedir (Karatsiaz, Chouliara, Power, Collin, Yellowlees ve
Grierson, 2010). Cinsel istismar durumlarında erkeklerde yeme ile alakalı
bozukluğun kızlara göre daha belirgin bir şekilde arttığı gözlemlenmiştir
(Haspolat, Unal ve Yıldırım, 2019). Bununla
birlikte, bozukluğun 25 yaşından sonra ortaya çıkması durumlarında bunun
genellikle olumsuz olan bir yaşam olayı ile alakalı olduğu görülmektedir.
Yapılan başka araştırmalar, kişinin bulunduğu kesimin inceliğe, şişman olmamaya
çok değer veren yargıları olmasının da bu bozukluğa neden olabilecek faktörler
arasında olduğunu göstermiştir (Öztürk ve Uluşahin, 2020). Sporla alakalı meslek gruplarına mensup olmak
veya hobi olarak spor ile uğraşmak da risk faktörleri arasında yer
alabilmektedir. Özellikle sporcular, modeller veya oyuncuların güzel ve formda
olmalarına dair istek ve sorumluluklar bu kişilerin zamanla çarpık bir beden
algısı geliştirmelerine sebep olabilmektedir (Ribintev, 2012). Sosyal medya,
dergi ve dizilerdeki mükemmel vücutlu kişilerin fazlasıyla öne çıkması ise
ancak böyle bir görünüme sahip olduktan sonra maddi ve manevi anlamda
tamamlanılabileceği algısını yaratmaya başlamış ve kişilerin kendi bedenleriyle
olan ilişkilerinin bozulmasına neden olmuştur (Pravitchi, 2008). Ayrıca,
sosyoekonomik düzeyin de bu yeme bozukluğu üzerinde bir etkisi olduğu ileri
sürülmektedir (Haspolat, Unal ve Yıldırım, 2019).
Yapılan araştırmalar anne-kız çatışmaları, stres ve fiziksel
tacizin bozukluk üzerinde büyük etkiye sahip olan psikososyal faktörler
olurken; meslek ve ekonomik durumun daha minimal etkilere sahip olduğunu
göstermektedir (Ribintev, 2012).
Mükemmeliyetçilik,
duyguların bastırılması, teşhircilik, diyet yapma, şişmanlık korkusu ve ebeveyn
çatışmalarının gözlemlendiği ailelerin çocuklarında anoreksiya nervozanın
görülme olasılığının daha yüksek olduğu görülmektedir. Bu çalışmalar anorektik
erkeklerde; oğlundan psikolojik anlamda uzak olan, erkeksiliğin stereotiplerine
uygun olan alkol kullanımın da eşlik ettiği davranışlar sergileyen ilgisiz bir
babanın ve bunun tam zıttı olan aşırı korumacı, ilgili ve bağımlı anneler
gözlemlenmektedir. Bunun yanı sıra çalışmalar bu aile yapılarında aşırıya kaçan
çelişkili ilişkilerin varlığını, sınırların olmadığını ve ayrılma zorlukları
yaşandığını göstermektedir. Tüm bunlarla
birlikte aile işlevlerinin en önemli belirleyicisinin ailedeki iletişim, ilişki
ve etkileşim olduğu, patolojik davranışı ortadan kaldırmak için ise ailenin bu
yapılarını tanımak gerektiği sonucuna varılmıştır (Toker ve Hocaoğlu, 2009).
Biyolojik Açıdan Anoreksiya Nervoza
Biyolojik yaklaşım kalıtımın bu bozuklukta bir faktör olduğunu
savunmaktadır. Bu doğrultuda yapılmış olan ikiz çalışmaları da bunu destekler
niteliktedir. Yapılmış olan araştırmalar bu bozukluğa sahip bireylerin
akrabalarının tanı ölçütlerini karşılayacak düzeyde olmasa da bozukluk
belirtilerini gösterdiklerini ve bunun ortalamaya göre daha yüksek bir
olasılığa sahip olduğunu göstermektedir. Beyindeki açlık ve yemeyle birlikte
kortizol gibi hormonlardan sorumlu olan alan hipotalamustur. Anoreksik
kişilerde bu alan incelendiğinde kendini aç bırakmaları sonucu kortizol gibi
hormonların anormal seviyelere geldiği görülmektedir. Kilo alımı ile birlikte
ise bu seviyeler normale dönebilmektedir. Ayrıca ağrı algısı ve iştahı azaltan
iç kaynaklı opiyatların aç kalma ve aşırı egzersiz ile arttığı da bilinmektedir.
Dolayısıyla bu davranışlarda bulunan anoreksik kişilerde bunların düzeyleri
oldukça artmaktadır (Kring ve Johnson, 2019). Bunun yanı sıra, kişilerin düşük
protein alımının sonucunda serotonin düzeylerinin de düştüğü ve beyin omurilik
sıvılarındaki serotonin yıkım ürününün düşük düzeyli olduğu görülmektedir
(Öztürk, 2004).
Daria Akbaş
Girne Amerikan Üniversitesi Psikoloji bölümü lisans mezunuyum. Aynı zamanda uzmanlığımı almak üzere Yakın Doğu Üniversitesi'nde Klinik psikoloji yüksek lisans eğitimimi sürdürüyorum. Eğitim yıllarımda birçok farklı eğitim ve seminere katılmış olup, PEDAM'da ve Barış Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde stajyerlik yaptım. Bireysel gelişim merkezinde özel eğitim isteyen çocuklarla çalışma deneyimi almış olmanın yanı sıra İnsan Kaynakları departmanında da çalışarak örgütsel psikoloji alanında deneyim kazanma fırsatı yakaladım. BDT, Kısa süreli Çözüm odaklı terapi gibi temel terapi eğitimlerini tamamladım. Hala alanımla ilgili gelişime yardımcı olacak eğitimlere devam ediyorum.